İmamet Konusu

1- Her Zaman, Bİr İmam VardIr

Biz inanıyoruz ki: Allah Teâla'nın hikmeti, insanların hidayeti için nasıl peygamberler gönderilmesini gerektiriyorsa, aynı şekilde peygamberlerden sonra da her asır ve zamanda insanların hidayetini sağlayacak bir imam ve liderin Allah Teâla tarafından belirlenip, vazifelendirilmesini de gerekli kılmaktadır. Böylece bu imam ve liderler, peygamberlerin getirmiş olduğu şeriat ve ilahi hükümlerin tahrif olup, zamanla büsbütün ortadan kaldırılmasını önleyecek, her çağın kendine has gereklerini belirleyip gösterecek, insanları Allah'a yönelmeye ve peygamberlerin yolunda yürümeye davet edecektir. Aksi takdirde insanoğlunun tekamül ve saadete kavuşması olan "yaradılışın gayesi" peygamberlerden sonra kesintiye uğrayıp akîm olacak, insanoğlu hidayet yolunu bulamayacak, enbiyanın şeriati zâyi olacak ve insanlar ne yapacaklarını bilemez bir halde kalakalacaklardır.

Bu nedenle inanıyoruz ki, her peygamber gibi yüce İslam peygamberi Hz. Resulullah efendimizden  sonra da her çağ ve zamanda bir imam varolmuştur: "Ey iman edenler! Allah'tan sakının ve sâdık (doğru) olanlarla birlikte olun."

Arapça dil kurallarının da apaçık ortaya koyduğu gibi bu ayet, belli bir zamanla sınırlı değildir; ayetteki hükmün sürekli olması ve "kayıtsız şartsız sadıklarla birlikte olunması"nın emredilmesi; her zaman ve her çağda kendisine kayıtsız şartsız uyulması ve itaat edilmesi gereken masum imamlar ve ilâhî liderlerin varolduğunu göstermektedir. Nitekim Ehl-i Sünnet ve Şia müfessirlerinin pek çoğu kendi tefsir kitaplarında bu konuya değinmişlerdir.

2- İmametİn  Hakİkatİ

Biz inanıyoruz ki: İmamet sadece zahirî bir iktidar ve yönetim makamından ibaret değildir, bilakis, pek ulvî bir manevî ve ruhânî bir makamdır da. Binaenaleyh "İmam" İslam devletini yönetmenin yanısıra, insanların din ve dünya işlerinin de tamamını yönetmek ve idare etmek durumundadır. O, insanların düşünce, fikir ve ruhlarını hidayet eder ve İslam peygamberinin (s.a.a) şeriat ve sünnetini her türlü sapma ve bozulmadan koruyarak Hz. Resulullah'ın (s.a.a) peygamberlikle görevlendiriliş nedeni olan ilahi gaye ve ülküleri gerçekleştirir.

Hz. İbrahim Halil (a.s) nübuvvet ve peygamberlik yolunu katedip, çeşitli özel sınavları başarıyla geride bıraktıktan sonra Allah Teâla  kendisine yüce "İmamet" makamını bağışlamakta, Hz. İbrahim (a.s)  bu büyük makamın kendi soyundan gelen evlatlarına da lütfedilmesini dilediğinde, "bu büyük makama zalimlerle günahkârların erişemeyeceği" kendisine hatırlatılmıştır.

"Hani Rabbi, İbrahim'i birtakım türlü sınavlardan geçirmişti, o da bunları tam olarak yerine getirmişti. ( O zaman Allah, İbrahim'e:) "Seni, şüphesiz, insanlara imam kılacağım!" demişti. İbrahim "ya soyumdan olanlar?" deyince (Allah:) "Benim ahdim (bu imamet makamı) zalimlere erişmez. (Senin soyundan, ancak masum olanlar erişebilecektir bu makama.)"

Böyle bir makam  ve derecenin zahiri hükumetle (bilinen anlamda siyasi bir devlet kurup, iktidarın başına geçmekle) hülasâ edilemeyeceği ve sadece bundan ibaret olmayacağı apaçık ortadadır. İmametin, daha önce de açıkladığımız şekliyle tefsir edilip, anlaşılmaması halinde yukarıdaki ayet net bir anlam ifade etmeyecektir.

Biz inanıyoruz ki: Ulu’l Azm olan peygamberlerin tamamı, imamet makamına sahipti; tebliğle görevlendirilmiş oldukları şeyleri sadece tebliğ edip, bildirmekle kalmamış, aynı zamanda bunları fiili sahada da uygulamaya koyarak uygulamış ve fiilen tahakkukunu da sağlamış, insanların hem maddi, hem manevi önderi olmuşlardır. Bilhassa Hz. Resul-i Ekrem efendimiz (s.a.a) peygamberliğinin başlangıcından itibaren yüce imamet makamı ve ilâhî liderlik mevkiini de taşımaktaydı; yani onun yaptığı şey Allah'ın emirlerini sadece iblağ edip gerisine karışmamak değildi.

Biz inanıyoruz ki: İmamet çizgisi Hz. Resulullah efendimizden (s.a.a) sonra da onun soyundan masum olanlar vasıtasıyla sürmüş ve ilahî hidayet asla kesintiye uğramamıştır.

Daha önce de imamet meselesinde verdiğimiz tarif ve tanımdan da anlaşılacağı üzere bu makama ulaşabilmenin oldukça ağır şartları vardır. Hem takva açısından (ki bu takva hiçbir günaha bulaşmayacak ve asla günah işlemeyecek, yani masumluğunu tamamen koruyacak ölçüde olmalıdır) hem ilim ve bilgi açısından, dinin bütün emir ve bütün hükümlerine eksiksiz şekilde vakıf olacak, bütün zaman, mekan ve şartlarda insanların mesele ve sorunlarına vakıf  olup, bu sorunlara Allah'ın hükümleri çerçevesinde en mükemmel çözümleri getirebilecek birisi olmalı ve bu şartları taşıyabilmelidir. (Bu noktaya bilhassa dikkat edilmesi gerektiğini hatırlatırız.)

3- İmam, Günah Ve Hata İşlemez

Biz inanıyoruz ki: İmamın her nevi günah ve hatadan masum olması gerekir; zira yukarıdaki ayetin tefsirinde  bildirilen gerçeğe ilaveten, masum olmayan birinin "kesinlikle ve hiç şüphesiz güvenilir" de olamayacağı ortadadır. Böyle birinden dinin değişmez usulleri ve füruatı tam bir güvenle (yüzde yüz doğru olduğundan emin olunarak) elde edilemeyecektir. Bu nedenledir ki, fiilleri ve takrirleri gibi İmam'ın sözlerinin de şer'i hüccet ve delil olduğuna inanmaktayız.

(Takrir; İmam'ın yanında yapılan bir davranış veya söylenen bir söze sükut ederek onu onayladığını göstermesidir.)

4- İmam Şerİatin Bekçİsİdİr

Biz inanmaktayız ki: İmam asla yeni bir şeriat ve İslam'da olmayan yeni bir kural getirmez, bilakis, onun vazifesi İslam şeriati ve İslam peygamberinin (s.a.a) sünnetini korumak ve bu mukaddes dinin tebliğ ve talimiyle uğraşarak insanları bu dine hidayet etmektir.

5- İmam, İslam'I En İyİ Bİlendİr

Biz imamın, İslam'ın usul ve füruatının tamamına, İslam hüküm ve prensiplerine, Kur'an'ın anlam ve tefsirine tam anlamıyla vakıf olması gerektiğine inanıyoruz; onun bu ilimlere olan vukufunun ilahî bir boyutu vardır, zira bütün bunlar sevgili İslam Peygamberin'den (s.a.a) ona ulaşmıştır.

Evet, insanlar işte böyle bir ilme ve böyle bir imama tamamen güven duyabilir ve İslam'ın hakikatlerini anlayabilmek için tam bir teslimiyetle ona müracaat edip meselelerinin çözümü için ona dayanabilirler.

6- İmam Nasla Belİrlenİr

Biz imam (ve tabiatiyle peygamberin vasisi) olan zatın mensus olması gerektiğine inanıyoruz; yani bizzat Hz. Peygamber'in (s.a.a) nassı ve tasrihiyle ve kendisinden önceki imamın da bunu tasrihiyle tayin edilmesi gerektiğine inanıyoruz. Başka bir deyişle: İmam da tıpkı peygamber gibi (ve bizzat peygamber vasıtasıyla) Allah tarafından  tayin ve mensub edilir. Hz.İbrahim'in (sa) imametiyle ilgili ayette de belirtildiği üzere "İmam"ı bizzat Allah Teâla tayin etmektedir: "Şüphesiz, seni insanlara imam kılacağım!"

Zaten bir insanın masumluk derecesine varacak kadar takvalı olup olmadığını ve İslam hüküm ve prensiplerini hiç yanılmadan ve hiç hataya kapılmadan bütün detaylarıyla tam ve eksiksiz olarak bilip bilmediğini Allah  ve Resulünden (s.a.a) başka kimsenin teşhis edebilmesi mümkün değildir.

Bu sarih nedenler dolayısıyledir ki, biz masum imamın bir grup insan veya halk tarafından seçilmek suretiyle tayin edilemeyeceğine inanmaktayız.

7- İmamlar, Allah'In Emrİ üzere Hz. Resulullah (s.a.a) tarafIndan Tayİn Edİldİler

Biz inanıyoruz ki: Sevgili İslam peygamberi ( sav) kendisinden sonraki imamları Allah'ın emriyle tayin edip belirlemiştir. Bugün bütün Müslümanlarca bilinen meşhur "Sekaleyn Hadisi"nde Hz. Resulullah efendimiz (s.a.a) genel olarak imamları belirlemiş ve ilâhî tayini insanlara açıklamıştır. Sahih-i Müslim c:4 s: 1873'te şöyle geçer:

Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Mekkey'le Medine arasındaki "Humm" denilen yerde insanlara bir hutbe okudu, sonra da "Ben yakında aranızdan ayrılacağım" diyerek şöyle buyurdu: "Aranızda ağır ve pek değerli iki emanet bırakıyorum: Birincisi Allah'ın kitabıdır ki onda nur ve hidayet vardır... Diğeri Ehl-i Beyt'imdir. Ehl-i Beyt'im hakkında Allah'ı unutmamanızı size tavsiye ederim." (Hazret, bu cümleyi üç kez tekrarladılar)".

Aynı içerik Sahih-i Tirmizi'de de sarahatle şöyle geçmektedir: "...Bu ikisine sıkıca sarılırsanız asla yolunuzu yitirmez, sapmazsınız."

Sünen-i Daremî,] Hasâis-i Nesâî, Müsned-i Ahmed ve diğer önemli kaynakların tamamına yakın bir ekseriyetinde bu hadis geçmekte, sahihliğinde şüphe bulunmamakta ve hiçbir Müslüman tarafından reddilmesi mümkün olmayan "mütevatir" haddinde naklolunmaktadır. Üstelik, bu rivayetlerden de anlaşılacağı üzere sevgili İslam  peygamberi Hz. Resul-i Ekrem efendimiz (s.a.a) bir kez değil, çeşitli mekanlarda   ve çeşitli münasebetlerde bu hadis-i şerifi defalarca tekrar buyurmuşlardır.

Hz. Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) Ehl-i Beyt’inin tamamının Kur'an'ın yanında (ve onunla omuz omuza olacak şekilde) böylesine büyük bir derece ve makama sahip olamayacağı, hadiste buyrulanlar, sadece Hz. Resulullah'ın (s.a.a) mutahhar soyundan gelenler arasındaki "masum imamlar" olabileceği apaçık ortadadır. (Zayıf ve şüpheli bazı rivayetlerde "Ehl-i Beytim" yerine "sünnetim" kelimesi geçmektedir. Sahih ve mütevatir olanı "Ehl-i Beytim"dir).

Bu hususta bir başka meşhur bir hadisi daha aktarmayı faydalı buluyoruz. Sahih-i Buhari, Sahih-i Müslim, Sahih-i Tirmizi, Sahih-i Ebu Davud, Müsned-i Hanbel ve diğer büyük kaynaklarda şu hadis-i şerif geçer: "Tamamı Kureyş'ten olan 12 halife sizi yönetene ve kıyamet oluncaya kadar İslam dini  bâki kalacaktır."

Biz bu sarih hadis ve rivayetlerin, İmamiye Şiasının imamet hakkındaki akidevî görüşlerinde açıklanan "On iki Ehl-i Beyt imamları" inancından başka bir şeyle açıklanmasının mümkün olamayacağı inancındayız; yukarıdaki hadisleri ve ilgili belgeleri dikkatle inceleyen herkes kolaylıkla bunun farkına varacaktır.

8- Hz. Alİ'nİn (a.s) Hz. Resulullah (s.a.a) TarafIndan Tayİnİ

Biz inanıyoruz ki: Sevgili İslam peygamberi, fahr-i kâinat efendimiz Hz. Muhammed-i Mustafa (s.a.a) Hak Teâla'nın   emri gereğince Hz. Ali'yi (a.s)  kendi vasîsi olarak açıklamış ve bu ilahî tayin emrini çeşitli münasebetlerle defalarca tekrarlamıştır. Bunların en meşhur olanı, Veda Haccı dönüşünde Cuhfe yakınlarındaki "Gadir-i Humm" denilen konaklama kavşağında, hacdan dönmekte olan kalabalık bir sahabe topluluğuna verdiği hutbedeki şu mübarek buyruğudur:

"Ey insanlar! Ben size kendinizden daha evlâ değil miyim?! (Herkes yüksek sesle "Evet ya Resulallah!" diye tasdikleyince şöyle buyurdular: "O halde şunu biliniz ki) ben kime kendisinden daha evlâ ve onun mevlâsı (lideri) isem, aynı şekilde Ali de ona kendisinden daha evlâ ve onun mevlâsı (lideri ve imamı)dır!"

Elinizdeki eserin amacı; sadece İslam okulları arasında doğru bir âşinalık oluşturup, inançlarımızı ana hatlarıyla sadece ifade etmek olduğundan, bu amacı aşmayacak ve meselenin ispatıyla ilgili deliller sunmayacağız burada. Nitekim dipnotta da belirttiğimiz üzere böyle bir incelemede bulunmak isteyenlerin hangi kaynaklara başvurabileceği özetle gösterildi. Biz bu tür tartışmalara girmektense gerekli incelemeyi okurun kendisine bırakıyor ve buraya kadar aktardığımız hadislerin hiç de basit mevzular olmadığını ve bilhassa "mevlâ" hadisindeki "mevla"nın salt dostluk ve sevgi değil, aynı zamanda bu ahlâki ifadeden çok daha geniş siyasi bir mana da içerip "liderlik ve imamlık" manasını kapsadığını, aksi takdirde Hz.Resulullah'ın (s.a.a) sırf Hz. Ali'ye (a.s) olan sevgisini göstermek için onca protokol ve meşakkatli mukaddemelere girip, onca Müslümanı da sırf böyle bir şeyi ifade edebilmek için (bilhassa Gadir-i Humm gibi yerde ve o dayanılmaz sıcağın altında) o kadar zahmete asla sokmayacağını hatırlatmakla yetiniyoruz.

Bu; İbni Esîr'in "Kâmil" adlı eserinde de belirtmiş olduğu üzere "Akrabalarını ve yakınlarını topla ve sana bildirdiğimizi onlara tebliğ et" buyruğunun gelmesi üzerine Hz. Resulullah'ın (s.a.a) tebliğinin daha ilk günlerinde akrabalarını toplayıp, İslam'ı onlara anlattığı ve "Şimdi aranızdan beni bu işte desketleyecek  kim çıkarsa o benim kardeşim, vasîym ve aranızdan benim halifem olacaktır!" buyurduğunda Hz. Ali'den (a.s) başka hiçkimsenin "Ya Resulullah! Ben bu işte sizin vezir ve yardımcınız olurum!" diyerek kendisine olumlu cevap vermediği ve bunun üzerine Hz. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) Hz. Ali'yi (a.s) göstererek "Şahid olunuz ki şu genç delikanlı, aranızda benim halifem, vekilim, vasiym ve kardeşimdir!" buyurduğu hadisindeki hakikatle tamamen aynı değil midir?!

Sahih-i Buhari'de geçen çok ilginç bir hadisede de yine aynı mevzunun vurgulandığını ve Hz. Resulullah'ın (s.a.a) hasta yatağında mübarek ömrünün son saatlerine yaklaşırken "Bana kağıt kalem getirin, size birşey yazayım da benden sonra ihtilafa düşüp sapmayasınız!" buyurduğu halde bazılarının Hz. Resulullah'ın (s.a.a) bu emrine hemen muhalefette bulunduğunu, hatta bazılarının o hazrete karşı çok çirkin ifadeler kullanarak böyle bir metnin yazılmasını engellediğini bilmiyor muyuz gerçekten?

Daha önce de belirttiğimiz gibi amacımız bu tür istidlallere girip, gerekli delilleri ard arda sıralamak değil; aksi takdirde daha bir yığın delil ve belgelerle bu mevzu zenginleştirilebilir, ancak biz, sadece kısa delillerle akaidin beyanını amaçladığımızdan, bu bahsi daha fazla genişletmiyor ve bu kadarının yeterli olacağına inanıyoruz.

9- Her İmamIn Kendİsİnden Sonrakİ İmamI Belİrtİp TanItmasI

Biz inanıyoruz ki: Her imam, kendisinden önceki imam tarafından tanıtılmış ve açıklanmıştır. Ehl-i Beyt İmamlarının ilki İmam Ali b. Ebu Talib (a.s)  olup diğer 11'i sırayla şunlardır:

 

İmam Hasan Mücteba (a.s)

İmam Hüseyin b. Ali Seyyid-uş Şüheda (a.s)

İmam Ali b. Hüseyin (a.s)

İmam Muhamed Bâkır b. Ali (a.s)

İmam Cafer Sadık b. Muhammed (a.s)

İmam Musa b. Cafer (a.s)

İmam Ali Rıza b. Musa (a.s)

İmam Muhammed Taki b. Ali (a.s)

İmam Ali Naki b. Muhammed (a.s)

İmam Hasan Askerî b. Ali (a.s)

12. ve sonuncusu da halâ hayatta bulunan ve bütün dünyaya adaleti yayacak olan İmam Muhammed Mehdî b. Hasan'dır. (Allah'ın selamı hepsine olsun).

Zulüm ve kötülükle dolduğu gibi, bütün dünyayı adaletle dolduracak olan Hz. Mehdi'nin (a.s) zuhuru inancı, (Allah onun zuhurunu çabuklaştırsın inşaallah) belli bir gruba değil, bütün Müslümanlara ait bir inançtır ki Ehl-i Sünnet uleması, Hz. Mehdi aleyh'is-selam hakkındaki rivayetlerin mütevatir olduğunu ispatlayan müstakil kitaplar yazmışlardır. Hatta birkaç yıl önce Rabıta't-ul Âlem'il İslamî'den bu hususta sorulan soruya verilen cevapta Hz. Mehdi'nin (a.s) zuhur edeceği hususunda hiç şüphe bulunmadığı, bunun kesin ve net konulardan olduğu bildirilmiş ve bununla ilgili basılan bir kitapçıkta muteber ana kaynaklardan iktibasla Hz. Resulullah'a (s.a.a) ulaşan birçok sahih belge ve hadis kaydedilmiştir.

Yegane fark, Hz. Mehdi'nin (a.s) ahir zamanda dünyaya geleceğine inanan bazılarına karşı bizim, o hazretin Allah'ın izni ve emriyle 12. imam olup, halâ hayatta bulunduğuna, Allah Teâla tarafından görevlendirildiğinde zulüm ve kötülüğün kökünü kazıyıp, bütün dünyaya egemen bir ilâhî adalet devleti kurmak üzere kıyam edeceğine inanmamızdır.

10- Hz. Alİ (a.s) Sahabenİn En üstünü

Biz inanıyoruz ki: Sahabenin en faziletlisi Hz. Ali (a.s) idi ve Hz. Resul-i Ekrem'den (s.a.a) sonra İslam ümmetinin en efdaliydi. Ancak, bu inancın abartılması ve sevgide aşırıya gidilerek hak haddin aşılmasını da haram bilmekte ve o hazrete (neuzubillah) peygamberlik, uluhiyet vb. yakıştırmalarda bulunanların yüce İslam dininden çıktıklarına ve böylelerinin kesinlikle kafir sayılması gerektiğine inanmaktayız. Şianın isminin kimilerince bilerek veya bilmeyerek bu aşırıcılar taifesiyle birlikte anılmasını kesinlikle yanlış bulmakta ve Şia imamiye ulemasının kaynak kitaplarında bu güruhun daima "mürted" olarak anıldığını hatırlatmayı faydalı bulmaktayız.

11- Tarİh Ve AkIl Hakemlİğİnde Sahabe

 

Biz inanıyoruz ki: Hz. Resulullah'ın (s.a.a) sahabesi arasında fedakâr ve sağlam şahsiyetli büyük insanlar vardı ki, bunlar hakkında hadisler buyurulmuş ve ayetler nazil olmuştur. Ancak bu, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) sahabesinin tamamının böyle olduğu şeklinde de anlaşılmamalıdır. Sahabenin hepsi elbette ki masum değildi, hepsinin ameli elbette ki "yanlışsız ve dosdoğru" değildi, her zaman ve her grup gibi onlar için de yegane ölçü "sahabe" olup olmamak değil, "takva"lı olup olmamaktı ki, kim olursa olsun bütün insanların Hak Teâla indindeki konumunu belirleyen ölçü sadece ve daima "takva"dır. Nitekim Kur'an'da birçok yerde (ör: Tevbe, Nur, Münâfikun vb. sureler) şiddetle kınanmakta olan "münafıklar", bizzat sahabedendirler, sahabeden olan bu adamlar ikiyüzlü oldukları için Kur'an'da en sert ifadelerle anılmaktadırlar.

Aynı şekilde Hz. Resulullah'tan (s.a.a) sonra Müslümanlar arasında savaş ateşini tutuşturup, dönemin imam ve halifesiyle yaptıkları biati çiğneyen ve on binlerce Müslüman'ın kanının dökülmesine neden olanlar da sahabe ve tabiinden müteşekkil insanlar değiller miydi? Bu durumda kalkıp da "yaptıkları  her şeye rağmen" sahabenin tamamını temize çıkarmaya çalışmak ve " ne olursa olsun, sahabe olan herkes mümin ve tertemizdir!" demek ve iyisine kötüsüne bakmadan tamamen  körükörüne temize çıkarmaya çabalamak "ne tür bir İslam'"a hizmettir gerçekten?!

Başka bir deyişle, birbirine kılıç çekip savaşan (ör: Sıffin ve Cemel savaşında) tarafların her ikisinin de doğru ve haklı olduğunu söyleyebilmek şer'an ve aklen  mümkün müdür? Bu büyük bir çelişki olup bizce "kabul edilebilir" hiçbir tarafı yoktur. Böyle bir vak’ayı "içtihad" bahanesiyle temize çıkarmaya ve "efendim, onların hepsi de müçtehiddi ve içtihadlarına göre davranmış oldular; bu nedenle taraflardan biri haklıydı, ama diğeri sadece içtihadında yanlış yapmış oldu, bu nedenle de hem mazurdur, hem de sevap dahi kazanmıştır!" diyerek işin içinden sıyrılmayı İslâmî hassasiyete yakışır bir davranış bulmamaktayız.

İçtihad bahanesiyle Hz. Resulullah'ın (s.a.a)  halifesi ve  vekiline olan biat çiğnenebilir mi? Bu bahaneyle savaş çıkarıp, suçsuz yere insanların kanı dökülebilir mi? Bütün bunları içtihad bahanesiyle mazur görebildikten sonra, mazur görülemeycek ne kalır ortada sahi?!

Daha açık bir deyişle, biz bütün insanların olduğu gibi Hz. Peygamber'in (s.a.a) sahabelerinin de amellerine göre ölçüleceklerine ve hesap vereceklerine inanmaktayız. Hucurat suresinin 13. ayetindeki "Allah katında en üstün olanınız takvaca en ileri olanınızdır!" hükmü herkes gibi, elbette ki sahabe için de geçerlidir. O halde onların durumunu belirleyecek ölçü ve kıstas yine kendi amelleri olacaktır. Binaenaleyh şer'an ve aklen şu hükmü unutmamak gerekir: Hz. Resulullah'ın (s.a.a) döneminde ihlaslı sahabelerden olan ve o hazretten sonra da İslam'ı korumak için çaba sarfedip, Kur'an'la olan ahitlerine sadık kalan Müslümanlar elbette ki hürmete  şayân ve değerlidirler.

Ancak, Hz. Resulullah (s.a.a) döneminde münafıkların safında olup, o hazretin mübarek gönlünü incitecek şeyler yapmaktan çekinmeyenlerle, o hazretin irtihalin-den sonra çizgisini değiştirip sapan, İslam'a ve Müslümanlara zarar verecek şeyler yapanlara saygılı davranmamız ve onları sevmemiz mümkün değildir. Zira bizim tavırlarımızı belirlemede ölçü ve kıstasımız olan yüce Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyrulmaktadır:

"...Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavim bulamazsın ki onlar, Allah'a ve Resulüne karşı başkaldıran kimselerle bir sevgi ve dostluk bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsa dahi! Onlar öyle kimselerdir ki ( Allah ( onların kalplerine iman yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir..."

Evet; hayatında veya irtihalinden sonra Hz. Resulullah'ı (s.a.a) incitenlere sevgi ve saygı beslememiz mümkün değildir bizim.

Bu arada nice sahabe de vardır ki İslam'ın tealisi için büyük mücahedelerde bulunmuş, Allah ve Resulünün (s.a.a) övgü ve takdirine mazhar olmuştur. Onlardan sonra gelmiş ve gelecek olanların da onların yolunu izlemesi halinde sözkonusu övgü ve takdiri hak kazanacağı apaçık ortadadır:

"Öne geçen muhacirlerle ensar ve onlara güzellikle uyanlar; Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da O'ndan hoşnut olmuşlardır..."

Sahabe hakkında görüşümüz özetle bundan ibarettir.

12- Ehl-İ Beyt İmamlarI İlİmlerİnİ Hz. Resulullah'tan (s.a.a) AlmIşlardIr

Biz inanıyoruz ki: Hidayetten ayrılmamamız için Kur'an ve Ehl-i Beyt'e sıkıca sarılmamız gerektiği yolundaki mütevatir hadis-i şerife ve Ehl-i Beyt İmamlarının masumiyetine istinaden onların söz, amel, davranış ve takrirleri (yanlarında yapılan bir şey veya söylenen bir söze müdahele etmeyerek onu zımnen onaylamaları ) biz Müslümanlar için senet ve hüccet durumundadır. Binaenaleyh Kur'an ve sünnetten sonra bir diğer fıkıh kaynağımız Hz. Resulullah'ın (s.a.a) mutahhar Ehl-i Beyt'inden imamların (a.s) söz, fiil ve takrirleridir.

Aynı şekilde, Ehl-i Beyt İmamlarının (a.s) "Söyledikleri  her şeyin babaları vasıtasıyla cedleri Hz. Resulullah'tan (s.a.a) kendilerine ulaşmış olduğu" yolundaki muteber ve müteaddit beyanlarına binâen onların rivayeti aslında Hz.Resulullah'ın (s.a.a) rivayetidir. Sikat ve güvenilir birinin Hz. Peygamber-i Ekrem'den (s.a.a) aktardığı hadis ve rivayetin bütün İslam ulemasınca sahih ve mutmain kabul edildiği de herkesçe bilinmektedir.

İmam Muhammed Bâkır (a.s) Cabir'e şöyle buyurmuşlardır: "Ey Cabir! Eğer biz kendi hevâ ve hevesimize göre (arzu ve tutkularımıza dayalı keyfi şekilde) hadis uydurup size aktarmaya kalkışırsak "helâk olacaklar"dan oluruz; bizim size aktardığımız bütün hadisler bizzat Hz. Resulullah'tan (s.a.a) bize ulaşıp, tıpkı değerli bir hazine gibi sizler için sakladığımız şeylerdir."

İmam Cafer Sâdık hazretlerinden (a.s) ulaşan bir diğer hadiste şöyle nakledilmiştir:

"Biri, İmam’dan bir soru sordu, İmam da cevapladı. Ama adam, İmam’ın görüşünü değiştirmek için tartışmaya ve bazı gerekçeler öne sürmeye başladı. İmam "Bu sözleri bir kenara bırak" buyurdu, "Sana hangi konuda bir cevap verdiysem bil ki, bizzat Hz. Resulullah'ın (s.a.a) kendisinden ulaşmıştır o (ve tartışma götürmez)."

Bir diğer  önemli nokta; bizim "Kâfi, "Tehzib", "İstibsâr", "Men lâyahzuruhu'l  Fakih" vb. gibi önemli muteber hadis kitaplarımız olmasıdır. Ama bu kitapların bizce "muteber" olması demek, onlarda yazılan bütün rivayetlerin mutlaka sahih ve doğru olduğunu kabul ettiğimiz anlamına da gelmez. Bu rivayet ve hadis kitaplarının yanısıra, onları rivayet eden ravilerin bütün senetlerdeki ahvali, biyografisi ve durumunun teferruatıyla kayıtlı olduğu rical kitaplarımız da vardır bizim. Binaenaleyh sadece bütün senetlerdeki ravi ve şahısların emin, güvenilir ve sikat olduğu rivayet ve hadisler bizim nazarımızda sahih ve doğru kabul edilmektedir. Yani bu muteber ve tanınmış kitaplarda bulunup da sözkonusu ölçü ve kıstasa uymayan hadis ve rivayetler, bizce sahih ve güvenilir değildir.

Kaldı ki senediyet açısından doğru olduğu halde, tâ ilk baştan bu yana bütün alimlerimizin bilhassa görmezden geldiği ve itibar etmediği rivayetler de vardır. Çünkü senetleri doğru olsa bile, başka açılardan bunları problemli bulmuşlardır. Biz bu tür rivayetleri "mu'raz-un anhâ" adıyla adlandırmakta ve geçersiz saymaktayız.

Yukarıdaki nokta, bizim önemli kitaplarımızdaki hadis ve rivayetlerin senediyetine  bakmadan ve gerekli ön incelemelerde bulunmadan salt bu rivayetlerden bazısına istinatla bizim inanç ve akidelerimiz hakkında fikir yürütenlerin nasıl yanılabileceklerini apaçık gözler önüne sermeye yeterlidir.

Başka bir deyişle bazı tanınmış İslam mezheplerinde "Sihah" denilen kitaplar vardır ki, yazarları bu kitaplarda yazılı her şeyin kesinlikle "sahih" olduğunu söylemiş ve diğerleri de bunu olduğu gibi tasdiklemişlerdir. Ancak, bizim "muteber kitaplarımız" böyle değildir, bu kitapların yazarları her ne kadar tanınmış alimlerimizden müteşekkilse de, kitaplarındaki rivayetlerin istisnasız  tamamının doğru olduğu gibi bir iddia sözkonusu olmayıp, bu kitaplardaki hadis ve rivayetlerin  senetlerinin sahih olup olmadığı ancak rical ilminin kayıtlı olduğu rical kitaplarına müracaatla anlaşılabilecek niteliktedir.

Bu noktaya dikkat edilmesi halinde Şia inançlarıyla ilgili birçok nokta kolaylıkla anlaşılacak ve böyle bir dikkatin gösterilmemesi, bir çok yanlış tespitlere ve hatalara kaynak olacaktır.

Özetlemek gerekirse: Kur'an ve Hz. Resulullah'ın (s.a.a) hadislerinden sonra, o hazretin Ehl-i Beyt'inin (a.s) söz, hadis ve rivayetleri bizim için muteber ve belge niteliğindedir (ve tabii ki, daha önce de belirttiğimiz gibi, bu hadis ve sözlerin Ehl-i Beyt İmamlarından (a.s) sâdır olduğunun ispatlanması, gerekli senediyet ve rical eleğinden geçebilmesi şartıyla!)

 

 

1- Tevbe / 119.

2-  Fahr-i Râzî bu ayetin tefsiriyle ilgili detaylı açıklamalardan sonra şöyle demektedir: Bu ayet, masum olmayan ve "hata edebilir" olanların, masum olan "hatasızlar"a uymalarının farz olduğunu göstermektedir ki, bu masumlar "sâdık ve doğru"lar olarak tanımlanıyor. Binaenaleyh bu ayetteki hüküm gereğince, "hata edebilir" olanlar "hata işlemez" olan masumlara uymalı ve onlarla olmalıdırlar ki, masumlar onları hata işlemekten korusun. Bu hükmün belli bir zamana mahsus olmayıp, bütün zaman ve çağları kapsaması, her çağ ve zamanda bir masum ve "hata işlemez bir velî"nin varolduğunu göstermektedir. Tefsir-i Kebîr, c:16, s:221.

3- Bakara / 124.

4- Bakara,124.

5- Sahih-i Tirmizi, c:5, s:662.

6- Sünen-i Dâremi, c:2, s:432.

7- Hasais-i Nesai, s:20.

8- Müsned-i Ahmed, c:5, s:182 ve Kenz'ul Ummâl, c:1, s:185.

9-  Bu hadis Sahih-i Müslim, c:3, s:1453'de Cabir b. Semure tarafından Hz. Resulullah'tan (s.a.a) nakledilir. Çok az bir farkla Sahih-i Buharî c:3 s:101, Sahih-i Tirmizi, c:4, s:501 ve Sahih-i Ebi Davud, c:4, Kitab-ul Mehdi'de de geçmektedir.

10- Bu hadis birçok yerde ve farklı kanallarla Hz. Peygamber'den (s.a.a) nakledilmiş olup hadisi rivayet edenler arasında 110 sahabe ve 84 tabiinin adı geçer ki bu da 360 adet tanınmış kaynaklarda kayıtlıdır! Burada daha etraflı açıklama imkanı olmadığından, dileyenler  daha etraflı bilgi için Peyam-ı Kur'an c:9'un s:181'den sonraki bölümüne müracaat edebilirler.

11- İbn-i Esir'in Kâmil'i, c:2, s:63, Beyrut basımı, Dar-us Sadır. Aynı mesele çok az bir deyiş farkıyla Müsned-i Ahmed b. Hanbel'de geçer, bkz: c:1, s:11 ve İbni Ebi'l Hadid: Şerh-u Nehc'il Belaga, c:3, s:210'da ve daha birçok ana kaynaklarda bu mazmunla ilgili yüzlerce hadis ve rivayet vardır.

12- Buhari, "Maraz-un Nebi "babı, s:11, 5. cüz'de ve Sahih-i Müslim, c:3, s:1259'da bu mesele teferruatlı bir şekilde kayıtlıdır.

13- Hk. 24 Şevval 1396'da "Rabıtat-ul Âlem-il İslamî"nin İdare'tu Mecma-ul Fıkh'ıl İslamî bölümünün müdürü: Muhammed Muntasır el-Ketânî imzalı yayınına bakınız.

14- Mücadele / 22.

15- Tevbe / 100.

16- Câmiu Ahadis'iş- Şia, c:1, Mukaddemat'tan s:18, 116 no'lu hadis.

17-  Usul-u Kâfi, c:1, s:58 hadis- 121.